Demokrasi, sandığa atılan bir oyla başlayıp orada biten bir süreç değildir. Asıl sınavını, o oyun arkasındaki iradeye ne kadar sadık kalındığıyla verir. Bugün Türkiye’de yerel yönetimler üzerinden yaşanan gelişmeler, bizi tam da bu soruyla yüzleştiriyor: Gerçekten halkın seçtiği mi yönetiyor, yoksa halk adına karar verildiği iddia edilen bir düzen mi işletiliyor?
İstanbul Beylikdüzü Belediye Başkanı Murat Çalık’ın tutuklanması, Manisa Şehzadeler Belediye Başkanı Gülşah Durbay’ın vefatıyla görevden ayrılma durumunda kalmasının ardından yaşanan süreç ve farklı il ile ilçelerde belediye başkanlarının, halkın doğrudan oyuyla değil belediye meclis üyelerinin tercihleriyle belirlenmesi… Üstelik aday olacak isimlerin büyük ölçüde genel merkezlerin talimatlarıyla şekillenmesi… Tüm bunlar yaşanırken, “tam demokrasi” iddiasını hangi hukuki ve siyasal zemine oturtabiliriz?
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 2’nci maddesi, devleti “demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olarak tanımlar. Aynı anayasanın 67’nci maddesi ise seçme, seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarını güvence altına alır. Ancak demokrasi yalnızca sandığın kurulmasıyla değil, sandıktan çıkan iradenin korunmasıyla anlam kazanır. Hukukun lafzı kadar ruhu da burada belirleyicidir.
Bir kentte yaşayan insanlar, belediye başkanını seçerken yalnızca bir kişiye değil; bir yönetime, bir anlayışa ve kentin geleceğine dair bir iradeye oy verir. Buna rağmen seçilmiş bir belediye başkanı herhangi bir nedenle görevini bırakmak zorunda kaldığında, yerine kimin geleceğinin halkın değil belediye meclisinin oylarıyla belirlenmesi, anayasal meşruiyet tartışmasını beraberinde getirir. Hukuken mümkün olan bir işlemin, demokratik açıdan meşru olup olmadığı sorusu tam da burada ortaya çıkar.
5393 sayılı Belediye Kanunu, belediye başkanlığının boşalması hâlinde belediye meclisinin kendi içinden başkan seçmesini öngörür. Mevzuat açık olabilir; ancak mesele yalnızca yasal uygunluk değildir. Mesele, bu düzenlemenin halk iradesini ne ölçüde temsil ettiği ve demokrasi ilkesini ne kadar taşıyabildiğidir. Hukuk, demokrasiye hizmet ettiği sürece anlamlıdır; demokrasinin yerine geçtiği anda tartışmalı hâle gelir.
Benzer bir sorun Siyasi Partiler Yasası’nda da karşımıza çıkıyor. Parti içi demokrasi, Anayasa’nın 68 ve 69’uncu maddelerinde dolaylı biçimde güvence altına alınmış olsa da, uygulamada parti merkezlerinin belirleyici olduğu kapalı bir yapı hâkimdir. İl ve ilçe örgütleri çoğu zaman karar mekanizmasının değil, uygulamanın parçası hâline gelmiştir. Bu durum, halkın sandıkta ortaya koyduğu iradenin parti içi dengelerle aşındırılmasına yol açmaktadır.
Seçim kazanıldığında “milli irade” söylemi öne çıkarılırken, ara dönemlerde aynı iradenin meclis çoğunlukları ya da parti disiplinleriyle şekillendirilmesi ciddi bir çelişki doğuruyor. Demokratik hukuk devletinde esas olan, istisnaların kural hâline gelmemesidir. Aksi durumda hukuk, meşruiyet üretmek yerine meşruiyet aşındıran bir araca dönüşür.
Oysa çözüm son derece açık ve nettir: Hangi il ya da ilçe olursa olsun, halk tarafından seçilmiş bir belediye başkanı görevini bırakmak zorunda kaldığında, yeni belediye başkanı yine o kentte yaşayan vatandaşların oylarıyla belirlenmelidir. Bu, anayasanın eşitlik, temsil ve demokratik katılım ilkeleriyle de örtüşen bir yaklaşımdır. Sandık, yalnızca beş yılda bir başvurulan bir formalite değil, demokrasinin sürekliliğini sağlayan asli mekanizma olmalıdır.
Elbette bu öneriye karşı “ek maliyet”, “seçim yorgunluğu” ya da “idari istikrar” gibi gerekçeler öne sürülebilir. Ancak unutulmamalıdır ki demokrasinin maliyeti, demokrasinin yokluğunun maliyetinden her zaman daha düşüktür. Hukuki meşruiyetin zayıfladığı yerde siyasal güven de zedelenir; bu da uzun vadede çok daha ağır toplumsal sonuçlar doğurur.
Artık Siyasi Partiler Yasası’nın ve yerel yönetim mevzuatının, demokrasi ilkesini gerçekten güçlendirecek biçimde yeniden ele alınması gerekiyor. Bu bir parti meselesi değil, doğrudan bir hukuk devleti meselesidir. Kim iktidarda, kim muhalefette olursa olsun; ilke değişmemelidir. Halkın iradesi, hukuki boşluklara sığınılarak aşındırılmamalıdır.
Demokrasi cesaret ister. Yetkiyi paylaşma cesareti… Kontrolü bırakma cesareti… Halkın kararına gerçekten güvenme cesareti… Bu cesaret gösterilmediği sürece, anayasa maddeleri ne kadar güçlü yazılırsa yazılsın, demokrasi kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olur.
Gerçek demokrasi; halkın yalnızca seçtiği değil, seçim sonuçlarına her koşulda sahip çıkabildiği bir düzende mümkündür. Ve bu düzen, ertelenemecek kadar acil, görmezden gelinemeyecek kadar hayati bir ihtiyaçtır.
